27.06.2006

KLOSTROFOBİK HOLLYWOOD FİLMLERİ

Sinemada film izleme eyleminin kendisi başlı başına klostrofobik bir deneyim. Ancak Hollywood başta olmak üzere, film yaratıcıları uzunca bir zamandır dar alanlarda geçen ve bu yüzden etkileyiciliğini ve gerilimini klostrofobi gücünden alan filmlerle ile özel olarak uğraşıyor. Son dönemde “Panik odası” ve “Deney” ile yeniden tartışır olduğumuz “dar alanlar” ve bu dar alanların yarattığı gerilim ile uğraşma merakı nelere karşılık geliyor olabilir?
Konusu “dar alanlarda olmanın getirdiği paniğe” dayanan filmler bence “mekan çeşitleri” bakımından ikiye ayrılıyorlar. Birinci tip, gündelik yaşamda kullandığımız, her an hepimizin içine girebileceği türden dar alanlar. Bu mekanların çoğu genellikle “ev” olarak karşımıza çıkıyor. Gotik romanların tümümde ev denilen yerin tekinsizliğinin çok önemli bir yer tuttuğunu hatırlamakta yarar var. Dar alan korkusunun bir ev içinde geçtiği bu tip filmleri düşünelim. Bu evlerde bizi ve filmin karakterlerini korkutan şeyler nedir? Cevabı psikalanizde aramakta yarar var. Bu evlerde bizi korkutan şey genelde “geri dönmüş ölülerin varlığıdır”. Bizim ölümden kaynaklanan korkumuzdan ziyade, “yeri yurdu belli olmayan” varlıkları, bir daha geri gelmemelerini sağlayacak bir yere yerleştirmek, yani bu karakterlere bir “ev bulmak” film boyunca en önemli misyonumuzdur. Filmlerin sonunda “herkes yerini bulur” ve dengeler sağlanmış olur. Bu soruna bir çözüm aramak, elbette ki ilk kez sinemanın icat ettiği bir şey değil. Yunan mitolojisinde de ölülerin gönderildiği Hades ile, yaşanılan dünyanın arasında kalan bir alandan ve Hades’e gidemediği için bu alanda dolaşıp durmak zorunda kalan insanlardan bahsedilir. Bu insanlar Hades’e gidememiş olmalarının yanı sıra . gerçek dünyada da kendilerine yer bulamazlar. Bu yurtsuzluk/evsizlik durumu çok tehlikelidir ve bu varlıkları ait oldukları yere geri göndermek gerekir. Yoksa ölülerin geri gelme ve bizi huzursuz etme ihtimalleri vardır. Psikanalizle ilişkili derslerde -Lacan’dan alıntılayarak- sıklıkla sorulan bir soruyu bende sizlere de yöneltmek isterim. “Peki ölüler neden geri dönerler?” Lacan bu soruya “Usulüne uygun gömülmedikleri için” cevabını veriyor. Birkaç sene önce izlediğimiz “The Hounting” dahil olmak üzere, tüm “perili ev” hikayesine sahip filmlerde, bir türlü usulüne uygun gömülmedikleri için geri dönen ve asıl ait oldukları yere gidebilmelerini sağlayabilecek birilerinden yardım talep eden hayaletler vardır. “The Hounting”de bu talebin sahibi “usulüne uygun gömülmeyen çocuklardır”. “The Others”da Grace ve çocuklar öldüğünün farkında değillerdir. Fakat yönetmen Amenebar filmine perili ev öykülerine tat getiren çok önemli bir ayrıntı eklemiştir. Burada ölülerin dünyada kalmalarının başka bir nedeni de, birilerinin “onların anılarını yaşatmak adına” bu insanların fotoğraflarını çekmiş olmasıdır. (Bu da usulüne uygun gömülmemenin bir başka tezahürüdür). Aslında usulüne uygun gömülmemişlerdir demekten kastım, bu insanların cenaze merasimleri olduğu kadar, bu insanlar için yapılması gereken “yas sürecinin” de usulüne uygun gerçekleşmemiş olmasıdır. Velhasıl eğer ölen bir yakınınız için gerekli yas sürecini içinizde yaşayıp bitirmezseniz (ki bu süreç sizin onun öldüğüne inanmanızı sağlar) ölüler geri döner ve sizi rahat bırakmazlar. Sinema da gerçekleşen, tüm bunların görselleşmiş halidir. Benzer bir örneği “13. Hayalet”te görürüz. Öldükten sonra ruhları özgür bırakılmayan insanlar, yani hayaletler, camdan bir evin içinde hapis olmuşlardır. (Camdan ev, hem bir ev gibi olması hem de camdan olduğu için evin işlevlerinden olan “mahremiyeti” sağlama görevini yerine getirmediği için tam bir “tekinsizlik” sembolüdür. Yani hem bir evdir, hem de değildir.)
“Kapalı alanlar” meselesi ile uğraşma metodu sadece evlerden ibaret değil elbette ki. “Bizi içine alabilecek” çok daha özelleşmiş mekanlar var. Doğduğumuz günden beri en büyük emelimizin “anneye geri dönmek” olduğunu düşündüğümüzde bir evden çok daha karanlık ve içine aldığında çok daha öldürücü olabilecek, tam olarak ana rahmine karşılık gelen mekanlar da kullandı sinema. “The Hole” ve “Küp” işte tam bu tarife uyan kategoride. “The Hole”, sevdiği adamı elde edebilmek uğruna birkaç arkadaşı ve kendisini bir deliğin içine hapseden bir kızın öyküsünü anlatıyor. Bu delik içinden sadece bu olayların gelişmesini sağlayan kişinin sağ çıktığını düşünürsek, birkaç günlük eğlence için bu deliğe girenlerin tümünün anneye dönüş yolculuğundan ölümle ayrılmaları çok anlamlı hale geliyor. Kız tıpkı “yutan anne” gibi dev bir vajina yaratıyor, sevdiği adamı içine alıyor ve öldürüyor. (Başka bir şekilde “Vagina dentata”/dişli vajina hepsini yuttu” da diyebiliriz.) İşleri daha karmaşık bir hale getiren “Küp” içinde aynı şey söylenebilir. Bir anda kendilerini ne olduğunu bile anlayamadıkları bir küpün içinde bulan karakterlerin, her bir odaya girişlerinde mutlaka birilerinin başına bir iş gelir. Yutan anne hepsini tek tek içine alır. Biri hariç: Bu kişi otistiktir. Ama bence asıl mesele bu kişinin “iç ve dış” mekan arasında bariz bir ayrım yapmamasıdır. Şizoid bir tutumdur bu aslında ve “yutan annenin” içinden ancak “içeri girdiğinin farkında olmayan” adam dışarı çıkabilir.
Yazımın başında “ ‘dar alanlarda olmanın getirdiği paniğe’ dayanan filmler bence “mekan çeşitleri” bakımından ikiye ayrılıyorlar” demiş ve birinci tipten bahsetmiştim. İkinci tipte ise daha özelleşmiş mekanlar var karşımızda. Aslında bu özelleşmiş mekandan kastım tam olarak “insan bedeni”nin ta kendisi. İnsan bedeninin içine girme çok büyük bir karmaşayı karşımıza çıkarıyor. Bir başka insanın içine girmek yutan annenin içine girmek korkusunu ortaya çıkarabilir. Fakat ya bir başka insanın bedeninin içine girmek ve onu tüm mahrem ayrıntıları ile bilmek eğer zevk veriyor ise? İşte bu nokta işler iyice karışıyor. Ortaya çıkan manzaranın sadistik bakış açısını betimlediği aşikar. Delip geçmek, karşıdakini en ince ayrıntıları ve mahremiyeti ile bilmeye çalışmak sadistik bakışın en çok kullanılan tarifi. Burada “John Malkovich Olmak” da Craig Schwartz ’ ve Malkovich’in içine girip onu kontrol etmekten son derece hoşlanan diğer insanları hatırlatmanın yararına inanıyorum. Sadistik bakışın yöneldiği insan olmanın dehşeti John Malkovich’in gözlerine nasıl da yansıyor... “John Malkovich Olmak” bir insan içine girmenin illegal yolu iken, bu sadistik bakışı legal hale getirme yolunu seçen filmlerde var. “Innerspace/İçimde Biri Var” da planlandığı gibi yürümeyen bir deney sırasında bir tavşan yerine bir insanın bedenine giren bir araştırmacıyı ve vücuduna girdiği adamı anlatan bir komedi filmi. Bu filmde de araştırmacının duyduğu en büyük korku “dışarı çıkamamak”.
Diğer bir taraftan yine legal bir iş için (kaçılan bir kızın yerini öğrenmek) katilin (Carl) biliçdışına giden bir Catherine’nin hikayesinin anlatıldığı “The Cell”, “Innerspace/İçimde Biri Var” dan çok daha anlam yüklü bir örnek. Çünkü bu filmde dış dünyanın varlığını unutma riskiniz var. Ve eğer siz bu ayrımın farkında olmazsanız “dışarı çıkamayabilirsiniz”. “The Cell”de bu görevi yerine getirmeye çalışan Catherine’in dar alanlarla pek bir sorunu yok. Çünkü eline eklenmiş chipe basar basmaz dışarı çıkabiliyor. (Üstelik bir süre sonra görevinin gereğini yaptıktan -kaçırılan kızın yerini bulduktan sonra da- “Ona söz verdim” diyerek, Carl’ı kurtarmak adına geri dönüyor. Bu sizce de Catherine’in bu işten son derece hoşlandığı ve işin legal tarafı bittiği halde sadistik bakışı son bir kez atabilmek için geri döndüğü anlamına gelmiyor mu?) Fakat izleyici olarak bizim filmin dar alanları ile sorunumuz var. Çünkü eğer Catherine katilin bilinçdışını gerçek dünya zannetmeye başlarsa chipe basmayı akıl edemeyecek ve Carl’ın bedeninde sıkışıp kalacak. Bu “dar alanda ölen”, gerçek dünyada da ölecek. Benzer bir örneğin Matrix’te de vardır. Çünkü filmde varolan mecazi anlamdaki “dar alan” (bir sonsuzluk gibi tarif edilse de) aslında Matrix’in ta kendisidir. Ve burada sıkışıp kaldığını fark edenler, buradan kurtulmak için ellerinden geleni yaparlar. Üstelik filmin dar alan korkusuna yaptığı gönderme de The Cell’dekine oldukça benzer. Matrix’te ölürseniz, gerçek dünyada da ölürsünüz! Zaten karakterlerin zor durumda kalıp “ Acaba Matrix’ten çıkılıp gerçek dünyaya dönebilecek mi?” sorusuna cevap aradığımız sahneler filmin en gerilimli anlarındandır. Gerçek dünyada “sıkışıklık hissi” görsel olarak verilmiş, Matrix içinde bir sonsuzluk hissi yaratılmış olsa da, mekanların hangisinin aslında diğerinden daha “dar bir alanı kapsadığı” film içinde önemli bir sorundur.
“Evde Tek Başına’da olduğu gibi, kapalı alanların yarattığı gerilim ile dalga geçen filmlerde vardır. Film içinde, evinde unutulan bir çocuğun yaşadığı “gerilim”in parodisi yapılır. “Korku ile dalga geçmek” insanları biraz rahatlatmış olsa gerek ki (hatta dalga geçmekten ziyade bu “korkunun merkezini kontrol altına almak” dememiz daha doğru olabilir) bu filmin “Otelde Tek Başına” vb. -isimlerini anmanın dahi son derece gereksiz olduğunu düşündüğüm- çok daha ticari bir çok örneği ortaya çıkmıştır. Evde hırsızlarla yapılan mücadelenin genelde gerilimli bir öykü olması beklenir. Tıpkı panik odasına sıkışıp kalan Meg Altman ve kızınınkinde olduğu gibi. Bence bir çok insanın “Panic Room” dan bahsederken “büyük bir gerilim yaşamadım” demesinin en büyük sebebi daha önce evde sıkışıp kalan ev sahibi-hırsız ilişkisinin komedi türünde ele alınmış olması. Ben bu noktada, olumsuz bir çok eleştiri olmasına rağmen, “Panic Room”u oldukça beğendiğimi söylemeden edemeyeceğim.
Ev içinde gerçekleşen kovalamacaların ne kadar dehşet verici olabileceğinin en iyi örneklerinden biri Stanley Kubrik’in “Shinning/Cinnet”idir. Bir otele yerleşen aile, burayı bir ev gibi kullanmaya başlarlar. Bir süre sonra hayatta kalmanın tek yolu filmin içindeki dar alanlardan kurtulmaktan geçer hale getir. Çıldırmış babanın dehşeti, bir labirentte babanın ölümü ile son bulur. Labirentlerin bu konu içinde gerçekten önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü labirentler tam bir kapalı mekan olmasalar bile, “dışına çıkılamaması” durumunda ölümcül olurlar ve labirentlerden korkulmasının ana sebebi bu durumun gerçekleşmesi ihtimalidir.
Son günlerde , geçtiğimiz İstanbul Film festivalinde de izleme fırsatı bulduğumuz “Deney”in yarattığı klostrofobi deneyimini tekrar yaşama fırsatını bulduk. Film; otorite kavramı, kişilik yapıları vb bir çok konunun incelenmenin yanı sıra insanın “kontrolünü yitirmesinde dar alanların etkisi”ni de işliyor. Kıstırılmışlığın yarattığı şiddet kontrol edilemez oluyor ve mekanizma bir şekilde kendini yaratanlardan intikam alıyor. Hapishane filmlerinin tümünün başlı başına “dar alanlardaki köşe kapmacalar” içinde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Ancak örnekler bitmek bilmiyor, bu yüzden sadece bir makale içinde inceleyemeyeceğimi bildiğimden “Alien (serisi), 2001: The Space Odysseia gibi filmlerin sadece adından bahsederek geçmek sorunda kalıyorum.
Örneklerin sonunun gelmemesi geleceğe dairde ipucu veriyor. Ve anlaşılıyor ki sinema, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da gerilim yaratmak için “dar alanlarda geçen köşe kapmacalardan” bol bol yararlanacak...

(sinema dergisinde yayınlanmıştır)