27.06.2006

KÖTÜCÜL DEHA BİZE BAKIYOR...

‘Kötücül Deha’ Bize Bakıyor...
Descartes Felsefesinin Sinemadaki Önemi

Son zamanlarda bir çok film ‘belki de tanrı yalan söyleyen, bizi aldatan bir ruhtur’ düşüncesinden yola çıkıyor. Filmlerin kahramanları birden bire hiç farkında olmadıkları bir dünyanın parçası olduklarını, kendilerini bile tanımadıklarını, kısaca tanrının ya da bireylerin kendilerini aldattığı gerçeğine varıyorlar. Peki bu düşüncenin temeli nereden geliyor?
Yeniçağ felsefesinin kurucusu Descartes, duyularımızın bizi ara sıra aldatabildiği gerçeğinden yola çıkarak, aslında bu aldatmacanın bir sürekliliği olabileceği sonucuna varır. Yani algı yanılsamalarını, halüsinasyonları ve rüyaları yaşarken içinde bulunduğum anın ‘gerçekliğinden’ nasıl şüphe etmiyor ve daha sonra bunun bir yanılsama olduğunu anlıyor isem, daha sonra da şu an yaşıyor olduğumu sandığım bu yanılgıya açık gerçekliğin, bir hayal olduğu sonucuna varabilirim. Vardığım bu nokta beni kendimden şüphe eder bir hale getirir. Doğrunun ve gerçekliğin ölçüsü ben değilsem, demek ki mutlak doğru tanrıda gizlidir, fakat bu noktada ‘kötücül deha’nın varlığı devreye girebilir. Ya mutlak doğrunun kendisinde bulunduğuna inandığım tanrı beni aldatıyor, kandırıyorsa? İşte bu noktada şüpheciliğimin bir sınırı kalmıyor. En açık ve sağlam matematik doğrular bile, beni aldatan bir tanrının varolabileceği düşüncesi çerçevesinde, şüphe götürür bir hal alıyor. Şüphe etmek, şüphe diye bir şeyin olduğunu ve şüphe eden bir varlığın olduğunu açıkça bilmemi sağlıyor. Şüphe etmenin bir çeşit düşünce eylemi olması sonucu beni Descartes’in ünlü önermesi “Cogito Ergo Sum’una (Düşünüyorum, o halde varım!) götürüyor...
Bu düşüncenin kendini gösterdiği filmlerden biri olan “Blade Runner” da kendisini insan zanneden ‘kopyalar’, bu bilgi yüzlerine çarpılmadığı sürece gerçeğin farkına varamıyorlar. Kopyaları insanlardan ayıran en büyük özellik fiziki görünüşleri ya da başka bir şey değil, hafızaları. Kopyalara bir başka insanın hafızası yükleniyor ve kopyalar bu hafızanın üzerine kendi benliklerini ‘geliştiriyor’ ve ‘insanlıklarını’ yaşıyorlar. Kopya olabilme ihtimalleri üzerinde hiç durmuyor, hiç ‘şüphe’ etmiyorlar. Zaten bu yüzden insan olarak ‘var’ değiller, çünkü varlıkları üzerinde hiç ‘düşünmüyorlar’. Filmde kopyaları yakala emri verilen ‘Decard’, ‘Bu işi yapmazsan bir hiçsin!’cevabını alıyor. Ve kendisini hiç sorgulamıyor. Hiç şüphemiz yok ki- zaten filmin director’s cut versiyonunda Ridley Scott soruna bir çözüm getiriyor- Decart bir kopya fakat kimliğini sorgulamadığı için bir türlü gerçeğe ulaşamıyor. Decart şüphe etmiyor, düşünmüyor (onun yerine düşünen bir başkasının temelini oluşturduğu bir benlik çünkü) ve ‘kötücül deha’ onunla dalga geçiyor. Bana göre filmin Descartes’ in ‘Düşünüyorum, o halde varım’ önermesine yaptığı en şık gönderme kahramanımızın adının ‘Decart’ olması.
Kötücül Deha ’nın devreye girdiği bir diğer film olan “6. His”te kahramanımız Dr. Malcom Crowe, bir anda karşılaşabileceği en büyük şok olan aslında yaşamadığı gerçeği ile karşılaşıyor. Kötücül deha onunla da büyük bir oyun oynuyor. “6.His”te tanrı var mı yok mu, çok fazla tartışılmıyor... Ama “Diğerleri” bu konuya farklı bir bakış açısı getiriyor. “Diğerleri”nin sonunda çocuğunun sorduğu Grace ‘Eğer Araf diye bir yer yoksa biz neredeyiz anne?’ sorusuna ‘Bilmiyorum!’ cevabını veriyor. “Diğerleri”, ‘Düşünsek bile varolmayabiliriz’ sonucuna varıyor. Aslında “6.His”in vardığı noktada çok farklı değil bundan. Ama bu sorgulama “Diğerleri”nde çok daha ön plana çıkarılıyor. Benim “Diğerleri”ni “6.His”ten daha iyi bir sıraya yerleştirme sebebimin kendi adıma bu açıkçası. “Diğerleri”nin gittiği nokta, ‘Düşünüyor olsak bile varolmaya biliriz. Ama sonuçta bu düşünme eylemini yaptığımız bir mekan var!’ sonucuna varıyor. Grace çocuklarına ne olursa olsun ‘Bu ev bizim!’ diyor ve varlık/yokluk arasında bulunsalar ve ancak bunun sorgulamasını yapabilecek bile olsalar bu sorgulamanın yapıldığı ‘mekanın gerçekliği’ önemsiyorlar. Ne olursa olsun ‘O ev onların!’Kötücül dehanın sıkça yapılan bir sembolizasyonu da bu dehayı ‘şeytan’a atfetmektir. Şeytan, hayatımızın kontrolünü bizden habersiz eline alır ve bizimle oyun oynar. Bir noktada gerçekliğe uyanan karakter için pek fazla kaçış ihtimalide yoktur. Hem “Angel Heart” hem de “Şeytanın Avukatı” örneğinde gördüğümüz baş karakterler bir anda şeytanla, yani hayatlarını yönlendiren kötücül dahi ile karşılaşırlar. “Angel Heart”daki Harry R. Angel için çok fazla kaçış yoktur. “Şeytanın Avuklatı”nda Kevin Lomax’ın bir an için kurtulduğunu sanan izleyici merdivenlerde şeytanın yok olmadığını ve bu dehanın kuvvetle muhtemel bundan sonrada Kevin’ın hayatını bir şey şekilde kontrol edeceği sinyalini alır. Kötücük deha’ dan kaçış mümkün olmadığı gibi, bu dehanın şekil değiştirmesi “Şeytanın Avukatı”ndan anlaşılacağı üzere mümkündür. Aynı şekilde “John Malkovich Olmak”ta John Malkovich, kendini yönlendiren birilerinin kuklası olduğunu anladığında bu dehadan kurtulmak için bir yol arar ve kısmen başarılı olup vücudunu kullanan Craig Schwartz ’ı dışarı çıkarmayı başarır. Ama birkaç saniye içinde kötücül dahi(ler!) Malkovich’in içine transfer olurlar. Kötücül dahi form değiştirir ama yok olmaz.
Descartes ’in ‘kötücül deha’ ihtimalini açıklamak için sıkça kullanılan örneklerden biri rüyalardır. Nasıl rüyalarımızı görürken o an içinde bulunduğumuz durumun gerçekliğinden şüphe etmiyorsak, aynı şey şu an yaşadığımız dünya içinde geçerli olabilir. Siz şu an bu satırları okurken bir anda rüyanızdan uyanabilir ve elinizde ‘Sinema Dergisi’ olarak tuttuğunuz şeyin bir yastık olduğunun farkına varabilirsiniz. İşte kötücül dehanın rüya ve gerçek arasındaki tuhaf ilişki ile oynadığı oyunda bizimde bir taraf olmamız bu kadar şaşırtıcı bir olaya sebep olabilir. Tabi bu düşünce, şu an bu satırlarım okuyan okuyucularımı şizofrenik bir duygu içine sürükleyebilir. Tıpkı “Vanilla Sky”da yaşadığı dünyanın tekinsiz atmosferin ile bir anda farkına varan ve bir noktadan sonra her şeyin bir rüya olduğunu anlayan David Aames gibi. Kontrollü rüya (daha doğrusu kötücül dehanın kontrolündeki rüya) bir noktada error verip hayatınızı cehenneme çevirebilir. Ve David Aames’in kötücül dehanın kendisini kandırdığı mutlu rüyayı değil de, bu kötücül zekadan kurtulduğu ‘gerçekliği’ seçmesi sanırım bu cehennemin ne denli büyük olduğunun en önemli kanıtı. Aynı şekilde Matrix’te de yaşanılan dünyanın bir çeşit yazılım olduğunu fark eden tüm karakterlerin, kötü bile olsa gerçek dünyayı seçtiğini, seçmeyenlerin zaten kötücül dehanın bir parçası olduğunu unutmamakta yarar var. Bildiği halde gerçek dünyayı seçmeyen, tekrar yazılımın bir parçası olmak üzere harekete geçen Cyfer’ın sonunda ölmesi ve kötücül dahiye karşı ayakta duramaması da ayrıca önemlidir. Yaratılan bu şizofrenik atmosfer, şizofreni tanımının yarattığı ayrıcalıklı ve elastik dünyasının getirdiği tanımsızlıkla dolu dünya, izleyeni de iç ve dış dünya ayrımını yapamaz hale getirir. İzleyici tekinsiz bir atmosferin içinde yol alırken bir anda en baştan beri izlediklerinin bu dünya içinde yaratılan gerçeklikten çok farklı olduğunu anlar. Özdeşleştiği karakter(ler)in başlarına gelenler izleyeni de şizofrenik bir hale getirir. “Dövüş Kulübü”ün unutulmaz Tyler Durden’ının bir anda hiç varolmadığını anladığımız noktadan itibaren bizde kötücül dehanın (tabi bu noktada kötücül dahi= senarist oluyor) kurbanları arasına giriyoruz. Yine şizofrenik karakterlerin yarattığı bir dünyayı izlediğimizi anladığımız son örneklerden biri olan “Akıl Oyunları”nda da şizofreni temelli bir kötücül deha oyunu var. John Forbes Nash, Jr bir anda etrafında gördüğü bir çok karakterin varolmadığını ve gördüğü bir çok şeyin sanrılardan ibaret olduğunu anlıyor. Kötücül deha onunla da, bizimle de büyük bir oyun oynuyor. *